DEvamı Sınıfta sırama yerleştim ve kitaplarımı – rol malzemeleri; içlerinde bilmediğim
hiçbir şey yoktu – masaya saçtım. Kendine ait bir masası olan tek öğrenci bendim.
İnsanlar benden kaçmaları gerektiğini bilecek kadar zeki değildi; ama hayatta kalma
içgüdüleri uzakta durmaları için yeterliydi.
Oda, öğrenciler yemekten döndükçe yavaşça doldu. Arkama yaslandım ve
zamanın geçmesini bekledim. Tekrar, uyuyabilmeyi diledim.
Angela Weber yeni kızla beraber kapıdan içeri girdiğinde, onu düşündüğüm
için ismi dikkatimi çekti.
Bella benim kadar utangaç görünüyor. Bugünün onun için zor olduğuna bahse
girerim. Keşke bir şey söyleyebilseydim… ama muhtemelen sadece kulağa aptal gelir…
Evet! diye düşündü Mike Newton ve kızın girişini izlemek için sırasında
döndü.
Hala, Bella Swan’ın durduğu yerden hiçbir şey yoktu. Düşüncelerinin olması
gereken boşluk beni sinirlendirip cesaretimi kırmıştı.
Öğretmen kürsüsüne gidebilmek için yanımdaki yoldan geçerken yaklaştı.
Zavallı kız; tek boş sıra yanımdaki sıraydı. Otomatik olarak onun tarafındaki
kitaplarımı bir yığın haline getirdim. Burada rahat hissedeceğinden şüpheliydim.
Uzun bir dönem için buradaydı – bu sınıfta en azından. Belki, yanında otururken
sırlarını ortaya çıkarabilirdim… daha önce bu kadar yakınlığa ihtiyacım olduğundan
değil… dinlemeye değecek bir şey bulacağımdan değil…
Bella Swan havalandırmadan bana doğru gelen sıcak havanın içine yürüdü.
Kokusu bana harap edici bir mermi, dövücü bir mancınık gibi çarptı. O zaman
bana ne olduğunu açıklayacak yeterince vahşi bir simge yoktu.
O anda, bir zamanlar olduğum insana hiçbir şekilde yakın değildim; kendimi
gerisinde tuttuğum insanlık maskesinin parçalarından eser yoktu.
Ben bir avcıydım. O benim avımdı. Dünyada bu gerçekten başka hiçbir şey
yoktu.
Görgü tanıklarıyla dolu bir oda yoktu – onlar çoktan kafamdaki paralel
hasarlardı. Düşüncelerinin gizemi unutulmuştu. Bir anlam ifade etmiyorlardı, çünkü
onları düşünmeye uzun süre devam edemeyecekti.
Ben bir vampirdim ve o seksen yıldır kokladığım en tatlı kana sahipti.
Böyle bir kokunun var olabileceğini hiç hayal etmemiştim. Eğer bilseydim,
onu yıllar önce aramaya çıkardım. Onun için bütün gezegeni tarardım. Tadını hayal
edebiliyordum…
Susuzluk boğazımı bir ateş gibi yaktı. Ağzım kurumuş ve kızarmıştı. Taze
zehir akıntısı bu hissi gideremedi. Midem susuzluğun bir yankısı olan açlıkla
büküldü. Kaslarım sıçramak üzere gerildi.
Tam bir saniye geçmemişti. Hala onu rüzgar yönüne getiren adımı atıyordu.
Ayağı yere değdiğinde gözleri bana kaydı, gizlice bakmak istediği belliydi.
Bakışımla buluştu ve gözlerinin büyük aynalarında kendimi gördüm.
Orada gördüğüm yüzün şoku, hayatını birkaç sıkıntılı an kadar uzattı.
10
Bunu kolaylaştırmadı. Yüzümdeki ifadeyi gördüğünde, kan yine yanaklarına
hücum edip, tenini gördüğüm en nefis renge boyadı. Koku, beynimde yoğun bir
sisti. İçinden zorlukla düşünebiliyordum. Düşüncelerim köpürmüştü, kontrole
direniyorlardı, tutarsızlardı.
Kaçması gerektiğini anlamış gibi, şimdi daha hızlı yürüyordu. Acelesi onu
sakarlaştırmıştı – ayağı takıldı ve sendeledi, neredeyse önümde oturan kızın üzerine
düşüyordu. Savunmasız, zayıf. Bir insana göre normal olandan bile daha fazla.
Gözlerinde gördüğüm yüze odaklanmaya çalıştım, tiksinerek hatırladığım
yüze, içimdeki canavarın yüzüne – yıllarca çaba gösterip, katı disiplinle yendiğim
yüze. Şimdi ne kadar da kolayca yüzeye sıçramıştı!
Koku yine düşüncelerimi dağıtarak ve beni neredeyse sıramdan iterek
etrafımda döndü.
Hayır.
Kendimi sandalyede tutmaya çalışırken elim masanın kenarını kavradı. Tahta
yeteri kadar dayanıklı değildi. Elim desteği ezdi ve bir avuç dolusu kıymıkla geri
geldi, kalan tahtada parmaklarımın şeklini bıraktı.
Delili yok et. Bu esas kuraldı. Şeklin kenarlarını parmaklarımla çabucak toz
haline getirdim, masada düzensiz bir delik ile yerde ayaklarımla dağıttığım bir yığın
talaş dışında hiçbir şey bırakmadım.
Delili yok et. Tamamlayıcı hasar…
Şimdi ne olacağını biliyordum. Gelip yanıma oturmak zorunda kalacaktı ve
ben onu öldürmek zorunda kalacaktım.
Sınıftaki masum izleyicilerin, on sekiz başka çocuk ve bir adamın, yakında
görecekleri şeyi gördükten sonra odadan çıkmalarına izin verilemezdi.
Yapmak zorunda olduğum şeyin düşüncesinden korktum. En kötü
zamanımda bile, hiç böyle bir vahşet işlememiştim. Seksen yıl içinde asla masumları
öldürmemiştim ve şimdi yirmi tanesini aynı anda katletmeyi planlıyordum.
Aynadaki canavarın yüzü benimle alay etti.
Bir yarım canavardan ürküp kaçarken bile, diğer yarım plan yapıyordu.
Eğer ilk önce kızı öldürürsem odadaki insanlar tepki vermeden on beş – yirmi
saniyem olacaktı. Belki biraz daha uzun, eğer başta ne yaptığımı anlamazlarsa. Çığlık
atmaya ya da acı hissetmeye vakti olmayacaktı; onu zalimce öldürmeyecektim.
Korkunç derecede çekici kana sahip bu yabancıya verebileceğimin en fazlası buydu.
Ama sonra kalanların kaçmasını engellemem gerekecekti. Pencereler kimsenin
kaçamayacağı kadar küçük ve yüksekti. Sadece kapı – onu tut ve hepsi kapana
kısılsın.
Panikle mücadele eder ve karmaşa içinde hareket ederlerken hepsini birden
öldürmek daha yavaş ve zor olacaktı. İmkansız değildi; ama çok fazla ses çıkacaktı.
Bir sürü çığlığa vakit olacaktı. Birileri duyacaktı… ve ben bu kara saatte daha çok
masumu öldürmeye zorlanacaktım.
Ayrıca ben diğerlerini öldürürken, onun kanı soğuyacaktı.
Koku, boğazımı susatıcı acıyla keserek beni cezalandırdı.
11
O zaman görgü tanıklarından başlayacaktım.
Aklımda haritasını yaptım. Odanın ortasında, arkadaki en uzak sıradaydım.
Sağ yanımı önce hallederdim. Saniyede dört ya da beş tanesinin boynunu
kırabileceğimi tahmin ediyordum. Sesli olmazdı. Sağ kısım şanslı olan taraftı; benim
geldiğimi görmezlerdi. Öne doğru hareket edip sol tarafa dönerek, bu odadaki her
hayatı sonlandırmam en fazla beş saniyemi alırdı.
Bella Swan’ın onun için neyin geldiğini görmesine yetecek kadar uzundu.
Korkmasına yetecek kadar uzundu. Belki, eğer şok onu olduğu yerde dondurmazsa
bir çığlık atmasına yetecek kadar uzundu. Bir yumuşak çığlık kimseyi koşturmazdı.
Derin bir nefes aldım. Koku, kuru damarlarımda yarışan bir alevdi. Göğsümü
sahip olduğum daha iyi her dürtüyü kül ederek yakıyordu.
Şimdi yeni dönüyordu. Birkaç saniye içinde benden santimler öteye
oturacaktı.
Kafamdaki canavar beklentiyle gülümsedi.
Solumda, biri bir dosyayı sertçe kapattı. Ölüme mahkum hangi insan
olduğunu görmek için bakmadım; ama bu hareket yüzüme doğru normal, kokusuz
hava gelmesini sağladı.
Kısa bir saniye için, net şekilde düşünebilmiştim. Bu değerli saniyede, kafamın
içinde yan yana iki yüz gördüm.
Biri benimdi, ya da eskiden benimdi: Çok insan öldüren, öyle ki sayısını
saymayı bıraktığım kırmızı gözlü canavar. Mantıklı kılınan, dayanağa sahip
cinayetler. Bir katil katili, daha güçsüz canavarların katili. Bir ilah karışımıydı, bunu
kabul ediyordum – kimin idam cezası hak ettiğine karar veriyordu. Ödün vererek
kendimle yaptığım bir anlaşmaydı bu. İnsan kanıyla beslenmiştim; ama sadece en
gevşek tanımla. Kurbanlarım, çeşitli karanlık zevkleriyle, benden daha fazla insan
değillerdi.
Diğer yüz Carlisle’ındı.
İki surat arasında hiçbir benzerlik yoktu. Biri parlak gündü ve diğeri en
karanlık geceydi.
Bir benzerlik olması için sebep yoktu. Carlisle benim biyolojik olarak babam
değildi. Ortak hatlar paylaşmıyorduk. Rengimizdeki benzerlik, olduğumuz şeyin bir
sonucuydu; bütün vampirler aynı buz beyazı tene sahipti. Gözlerimizin rengindeki
benzerlik ayrı bir şeydi – ortak seçimin bir yansıması.
Ve yine de bir benzerlik için kaynak olmasa da, seçimini benimsediğim ve
adımlarını takip ettiğim son yetmiş yılda, yüzümün onunkini yansıtmaya başladığını
düşünmüştüm. Hatlarım değişmemişti; ama bana, bilgeliğinin birazı ifademi
işaretlemiş, merhameti ağzımın şeklinde izlenebiliyormuş ve sabrının işaretleri
kaşlarımda belirgin gibi gelmişti.
Bütün bu küçük gelişmeler, canavarın yüzünde kaybolmuştu. Kısa bir süre
içinde, yaratıcımla, sayılan her şekilde babam olan akıl hocamla geçirdiğim yılları
yansıtacak hiçbir şey kalmayacaktı. Gözlerim şeytanınki gibi kırmızı parlayacaktı;
bütün benzerlik sonsuza dek kaybolacaktı.
12
Kafamda, Carlisle’ın gözleri beni yargılamıyordu. Yapacağım bu korkunç
davranış için beni affedeceğini biliyordum, çünkü beni seviyordu, çünkü aslında
olduğumdan daha iyi olduğumu düşünüyordu ve ona yanıldığını kanıtladığımda
bile, beni yine sevecekti.
Bella Swan yanımdaki sandalyeye oturdu, hareketleri tutuk ve sakardı
– korkuyla mı? – ve kanının kokusu, etrafımda acımasız bir bulut haline geldi.
Babama benim hakkımda yanıldığını kanıtlayacaktım. Bu durumun ıstırabı
neredeyse boğazımdaki ateş kadar acıttı.
Tiksinerek kızdan uzaklaştım – onun için sızlanan canavar isyan etti.
Niye buraya gelmek zorundaydı? Niye var olmak zorundaydı? Niye aslında
hayat olmayan bu şeyde bulduğum küçücük huzuru bozmak zorundaydı? Bu
çileden çıkartıcı insan niye doğmuştu? Beni mahvedecekti.
Ani bir şiddetle, mantıksız nefret beni baştan aşağı sararken yüzümü
çevirdim.
Bu yaratık kimdi? Niye ben, niye şimdi? Sadece o, ortaya çıkmak için bu
ihtimali düşük kasabayı seçti diye niye ben her şeyi kaybetmek zorundaydım?
Niye buraya gelmişti!
Bir canavar olmak istemiyordum! Bir oda dolusu zararsız çocuğu öldürmek
istemiyordum! Ömür boyu fedakarlık ve inkarla kazandığım her şeyi kaybetmek
istemiyordum!
Yapmayacaktım. Bana bunu yaptıramayacaktı.
Problem kokuydu, kanının korkunç derecede çekici kokusuydu. Eğer karşı
koymanın sadece bir yolu olsaydı… keşke başka bir temiz hava dalgası zihnimi
berraklaştırabilseydi.
Bella Swan, uzun, gür, kızıl kahverengi saçlarını benim yönüme doğru salladı.
Delirmiş miydi? Canavarı kışkırtıyor gibiydi, onunla alay ediyor gibi.
Kokuyu benden uzağa üfleyecek hiçbir yardımsever esinti yoktu. Hepsi kısa
sürede yok olacaktı.
Hayır, hiç yardımcı esinti yoktu; ama nefes almak zorunda değildim.
Ciğerlerime dolan havayı durdurdum. Rahatlık aniydi; ama yarımdı.
Kokunun anısı hala kafamdaydı ve tadı dilimdeydi. Böyle bile, çok uzun süre karşı
koyamayacaktım; ama belki bir saatliğine yapabilirdim. Bir saat. Belki kurban olmak
zorunda olmayan kurbanlarla dolu bu odadan çıkmaya yetecek kadar zaman.
Nefes almamak rahatsız edici bir histi. Vücudumun oksijene ihtiyacı yoktu;
ama bu içgüdülerime ters düşüyordu. Gerginlik anlarında koku alma duyuma
diğerlerinden daha çok güvenirdim. Avda yolu gösterirdi, tehlike durumunda ilk
uyarıydı. Benim kadar tehlikeli bir şeye sık sık rastlamazdım; ama kendini koruma
içgüdüsü, benim türümde sıradan bir insanınki kadar güçlüydü.
Rahatsız edici; ama idare edilebilir. Onun kokusunu alıp, dişlerimi ince,
saydam ve nefis teninden, sıcak, ıslak, nabzı atan–
Bir saat! Sadece bir saat. O kokuyu, o tadı kesinlikle düşünmemeliydim.
13
Sessiz kız saçlarını aramıza koydu, dosyasına doğru dökülmesi için öne eğildi.
Yüzünü göremiyordum, berrak, derin gözlerindeki duyguları okumaya
çalışamıyordum. Buklelerini aramıza yaymasının sebebi bu muydu? O gözleri
benden saklamak mı? Korkudan? Utançtan? Sırlarını benden gizli tutmak için?
Sessiz düşüncelerinden doğan eski rahatsızlığım, şimdi beni ele geçiren
ihtiyaçtan – ayrıca nefretten – çok daha zayıftı. Yanımdaki narin kadın-çocuktan
nefret ediyordum, ondan eski halime sarılışımın, aileme olan sevgimin, olduğumdan
daha iyi biri olmaya dair hayallerimin bütün hararetiyle nefret ediyordum. Ondan
nefret etmek, bana hissettirdiklerinden nefret etmek – bu biraz yardımcı oldu. Evet,
daha önce hissettiğim rahatsızlık zayıftı; ama o da biraz yardım etti. Beni onun tadını
hayal etmekten alıkoyacak her türlü duyguya sarıldım.
Nefret ve rahatsızlık. Sabırsızlık. Şu saat hiç geçmeyecek miydi?
Ve sonra ders bittiğinde… bu odadan çıkardı… ve ben ne yapardım?
Kendimi tanıtırdım. Merhaba, benim adım Edward Cullen. Sana bir sonraki sınıfına
kadar eşlik edebilir miyim?
Evet derdi. Yapılacak nazik hareket buydu. Benden şimdiden korkar ve
şüphelenirken bile, adete uyarak yanımda yürürdü. Onu yanlış tarafa yönlendirmek
kolay olmalıydı. Park yerinin arkasına oraya dokunmak için uzanan bir parmak gibi
yakın olan ormana. Ona kitabımı arabamda unuttuğumu söyleyebilirdim…
Birileri son kez birlikte görüldüğü insanın ben olduğumu fark eder miydi?
Her zamanki gibi yağmur yağıyordu; yanlış yöne giden yağmurluklu iki kişi çok
fazla dikkat çekmez ya da beni ele vermezdi.
Tabii bugün onun farkında olan tek öğrencinin ben olmadığımı saymazsak –
kimse benim kadar olmasa da. Özellikle Mike Newton, o sandalyesinde huzursuzca
kıpırdanırken – bana yakın olmaktan rahatsızdı, tıpkı herkesin olacağı gibi, tıpkı
kokusu bütün merhametli endişemi yok etmeden önce beklediğim gibi – her
hareketinin bilincindeydi. Eğer kız sınıftan benimle çıkarsa Mike Newton bunu fark
ederdi.
Eğer bir saat dayanabilirsem, iki saat dayanabilir miydim?
Yanmanın acısından korktum.
Boş bir eve gidecekti. Polis Şefi Swan tüm gün çalışıyordu. Bu küçük
kasabadaki bütün evleri bildiğim gibi gibi, onun evini de biliyordum. Ormanın
hemen yanındaydı, yakın komşu yoktu. Çığlık atmaya vakti olsa bile, ki olmayacaktı,
duyacak kimse olmazdı.
Bu işle ilgilenmenin sorumlu yolu buydu. İnsan kanı olmaksızın yetmiş yıl
idare etmiştim. Eğer nefesimi tutarsam, iki saat daha dayanabilirdim. Onu yalnız
yakaladığımda, başka kimsenin incinme riski olmayacaktı. Ve deneyim sırasında acele
etmek için de hiçbir sebep yok, diye katıldı kafamın içindeki canavar.
Bu odadaki on dokuz insanı çaba ve sabırla kurtararak, bu masum kızı
öldürdüğümde daha az canavar olacağımı düşünmek saçmaydı.